24 Aralık 2011 Cumartesi
FRANSA'NIN SİMGESİ NEDEN HOROZDUR?
"Hani ''Allah denk getirmek istedi mi, getirir !" derler ya...16.10.2006 günü böylesine bir denk gelişi yaşadım.
Bildiğiniz gibi Fransa'nın Ermenileri kullanarak, ülkemiz aleyhine çıkarttığı ve dünyada eşi benzeri görülmemiş bir demokrasi ayıbı abidesi olan, yasa nedeniyle, bu günlerde tüm ülke olarak burnumuzdan soluyoruz. Açıkçası bu günler; hani, bir Fransız yakalasak da; boşalsak diye düşündüğümüz günler.
İşte Allah banim bu arzumu bir rastlantıyla yerine getirdi.
Bu gün İpsala'daydım ve şehir dışındaki BP tesislerinde güzel bir lokanta işleten yeğenim Yüksel Adalı'yı ziyarete gittim. Sohbetimiz esnasında, yan masada yemek yiyen bir müşterinin konuşmalarından Fransız olduğunu anladım ve Fransa'da aç kalmayacak kadar bildiğim yarım yamalak Fransızcama ve de tarzancama! güvenerek yanına yaklaştım ve adının Michael olduğunu öğrendiğim müşteri ile tanıştım. Tanıştım ve hemen boşalmaya başladım. Kendisine neden böyle davrandıklarını, Ermenileri neden kullandıklarını, neden böylesine yüz karası bir kanun çıkarttıklarını ve bu yüzden Türklerin Fransızları artık sevmediğini v.s. söyledim. Benim konuşmalarımdan oldukça etkilenen Fransız ile aramızda geçen konuşmaların özetini şöyle ifade edebilirim:
Fransız Michael'e sözde "Ermeni Soykırımı" yasası ile ilgili konuşurken ona sunu söyledim:
"Anlamadığım bir şey var: Biz kimsenin işine karışmazken, özellikle Avrupa ülkelerinde Türkiye hakkında kendi kendilerine kararlar almak gibi bir alışkanlık var. Üstelik siz Fransızlar; Cezayir'de yaşadıklarınızı unutuyorsunuz ve nasıl olup da bir numaralı demokrasi savunucusu olduğunuzu iddia ediyorsunuz, anlamıyorum."
Bunun üzerine Michael sordu:
" Fransa'nın sembollü neden horozdur biliyor musun?"
"Neden? " dedim:
Cevabı aynen şöyleydi (hiçbir kelimeyi değiştirmiyorum) :
"Kendi ayakları bokun içindeyken şarkı söyleyen tek hayvan horozdur da ondan."
Sanırım durumu hiçbiri bundan daha iyi özetleyemezdi ve ben dostça ayrılmamız gerektiğine inanıyordum...
Bien venu la Turqi Michael. Bon voyyage. ( Türkiye'ye hoş geldin Mişel. İyi yolculuklar.)
Salut.! Tous les coqs. ( Ayağı bokta olan tüm horozlara selâm...!)
Gülüşüyor ve ayrılıyoruz...
Hilmi Dinçer
20 Aralık 2011 Salı
"Umut..."
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı.
Gemiden sağ kurtulan adamı, dalgalar küçük, ıssız bir adaya kadar sürükledi.
Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden…
Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklardan bir kulübe yaptı.
Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu.
Günler hep aynı şekilde geçiyordu.
Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah'a dua ediyordu.
Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü.
Duman, dans ede ede göğe yükseliyordu.
Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.
Keder ve öfke içinde donakaldı.
Şimdi bu ıssız adada, başını sokabileceği bir kulübe bile kalmamıştı.
"Allah'ım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti.
O geceyi keder ve üzüntü içinde geçirdi.
O kadar dua ettiği halde, başına bu olay geldiği için sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı!
Bitkin adam kendisini kurtaranlara sordu; "Benim burada olduğumu nasıl anladınız?"
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı: "Dumanla verdiğiniz işareti gördük!"
Canımızı sıkan, göz yaşlarımızı inci gibi döküveren olaylar sessiz bir kurtuluş çağrısı, bir mutluluk davetiyesi belki de…
İlk bakışta dayanılmaz gelen acı anlar, sonrasında kalbimizi kuş gibi hafifleten, ruhumuzu ısıtan tatlı tecrübelere dönüşüyor.
Aydınlıkta seçemeyeceğimiz bir ışık, karanlık basınca fenerimiz oluyor.
Keyfimiz yerindeyken burun kıvırdığımız tavsiyeler, yaslı anlarımızda imdadımıza yetişiyor.
İyilik hallerinde sırt çevirdiklerimiz, zor anlarda sırtımızı dayadıklarımız oluyor.
Hikayede yanan kulübenin dumanıyla kurtuluş umudunun yeşermesi gibi,
yaşamımızdaki kırık dökükler, yıkıntı ve ziyanlar, kayıp ve yenilgiler yenilenmenin, yeniden doğuşun tohumlarını ekiyor aslında…
Acı, derinlerinde gizlenen tatlı hediyelerle dolu.
Yapmamız gereken, acıyla barışıp onu çözümlemek, gizlediği armağanı kalbimize buyur etmektir.
wykoray
24 Ekim 2011 Pazartesi
7 Ekim 2011 Cuma
"Fakirlik..."
Kadın vurmuş maltıza tencereyi
Fasulye pişiriyordu
Adam düşünüyordu
Altmış beş fasulye diyordu
Yirmi beş de soğan
Doksan İki yüz de yağ
Etti mi sana iki yüz doksan
Yaaa
Adam düşünüyordu
Bir kundura almalı diyordu
Hayrı kalmadı bunların hali
Su alıyor bunlar diyordu
Nasıl etsem diyordu
Çocuk zıpzıp oynuyordu
Kedi sıçan tutuyordu
Kedinin tuttuğu sıçan
Ecel terleri döküyordu
Fasulyeler helme döküyordu
Çocuğun zıpzıpları
Kilimin sarısından mavisine
Mavisinden alına geçiyordu
Adamların kafasından hayaller geçiyordu
Kiminin han hamam geçiyordu
Soğan ekmek kiminin
Gökten bulutlar geçiyordu
Gök mavisi titriyordu bulutların ötesinde
Güzel güzel
Oktay Rıfat
18 Eylül 2011 Pazar
"Gri Hücrelerden Döküntüler..."
Yalanlarımız Güzel İnanması Zevkli
Yalan söylemek apayrı bir meziyet. sıklıkla yapıyoruz bunu. seviyorum derken, özlüyorum derken, hatta kardeşimsin derken.
insan ilişkilerinin üzerine kurulduğu hassas dengeler bu yalanları zorunlu kılıyor. yani aslında iyi yalan söyleyebilen insanlarla iyi ilişkiler kuruyor.
hiç gülesim yok ama salak salak sırıtabiliyorum yalanı en popüler olanı bana göre. böylece ne kadar pozitif ve optimist bir insan olduğumuzu, hiç kendimizi üzmediğimizi dolayısıyla da hep mutlu olduğumuzu ve olacağımızı anlatırız bu yalanla. öyle mal mal gülümseriz ortada hiçbirşey yokken.
bir de yargılarımız vardır örneğin. güya herkesi kabul eden, herkesin yaşam biçimine saygı duyan bir anlayışımız vardır. kimin ne bok yediği zerre kadar ilgilendirmez hiçbirimizi. ta ki o insan müsade isteyip kalkana kadar. o gidince yorumlar başlar, en ince ayrıntısına kadar ilk giden kişi değerlendirilir, notu verilir, cezası kesilir.
bir de seksüel yalanlarımız var ki inanması en zevkli yalanlarımız bence bunlar. hiçbirimize göre dış güzellik önemli değildir, insanın içi güzel olsundur. ama aslında hiç de öyle değildir gerçek. herkes içten içe üzerine ne giymesi gerektiğini, nasıl görünürse nasıl insanların çekim alanına girebileceğini, nasıl bir toplumsal varoluşla insanları kendine çekebileceğini ince ince hesap eder. biraz kilolu olanlarımız hoş sohbet edilecek iyi insanlardır. onlarla yatılmaz. arkadaşlarımızın eski sevgilileri dünya ahiret bacımızdır, onlar etkilenmeye çalışılmaz. ne kadar paramız olduğunu dışarıya göstermeye çalışmayız örneğin. markalar, firmalar, şirketlerle küsüzdür, bizim için bir anlam ifade etmez. sosyal ve sınıfsal olarak geldiğimiz nokta, aile yapımız ve entelektüel düzeyimiz hep çok cici noktalardadır. hiç aşırıya kaçmaz, annemiz bize küfretmez, babamız terketmez, her istediğimizde bize harçlık verir biz de yalanlarımıza uygun zeminler satın alırız o paralarla.
bizim için hiçbir iş önemli değildir. her işi yaparız. bir gün garson oluruz bir gün öğretmen. ve girdiğimiz her ortamda yine eşit kabul ediliriz. çünkü kazandığımız para bizi belirlemez.
sorunlara sahip olmak hastalık gibidir bizim için. o yüzden ya hiç sorunumuz yoktur ya da hiç göstermeyiz. çünkü sorunlarını, zayıflıklarını apaçık gösteren, daha doğrusu kendini insanlara tamamen açan insanlar güçsüzdür, hastadır, hem de çok. hayatı kötü giden insanlara yardım etmeye çalışırız hep. çünkü bizim hayatımız kötü gitmez. biz hep sevgiyle büyümüşüzdür, ne istediysek alınmıştır, neye özendiysek ulaşmışızdır. bu yüzden sorunlu insanlar ya sorunlarını aşmalı, ya da sessizce gitmelidir; mutlu insanları da mutsuz etmemek için.
en iyi müzikleri dinler, en iyi filmleri izleriz. en güzel kadınlarla, en yakışıklı adamlarla yatarız ve bizi kimse üzemez. çünkü üzülmek ayıptır. yalnızlık yanlıştır.
biz sarhoş olmayız, asla saçmalamayız. kimseye asılmayız, mastürbasyon yapmayız, çaresiz kalmayız.
biz eroin vurmayız
biz kimseyi kırmayız
biz hapse girmeyiz
biz işten atılmayız
biz ağlamayız
ve biz asla ölmeyiz.
7 Eylül 2011 Çarşamba
.
...Aysecik evinin önünde içinde yeni doğmuş kedi yavrulari olan bir kutuyla oturmuş onlari isteyenlere vermek için de BEDAVA YAVRULAR ilani yazmış..
Kızın önünde siyah iki araba durur ve öndekinden bir adam iner,
"Merhaba güzel, benim adim Arınç bu kutuda ne var?" der.
Aysecik de "Kedi yavrulari" der.
Arinc, "bunlarin yaşı kaç ?" diye sorar.
Ayşecik "Daha çok küçükler gözleri bile açılmadı" der.
"Peki bunlar ne cins kediler?"
Ayşecik gülümseyerek, "AKP'li" der.
Arınç kulaklarına inanamaz. Hemen Patronu Recep efendiyi arar durumu anlatır.
Bu ele geçmiyecek bir seçim propaganda imkanidir. Hemen gerekli medyaya haber verilir.
İki gun sonra Ayşeciğin sepetinin önünde bir kaç tane TV yayını yapan araçlar durur.
Kameralar hazır olunca Tayyip efendi arabasindan inip Ayşeciğin yanına gelir ve "günaydin güzel kız. Bu arkadaşlara bu yavruların ne cins olduklarini söyler misin ?" der.
"Tabi efendim," der Ayşecik "Bunlar CHP'li"
Arınç ve Tayyip efendi çok şaşırırlar, "Fakat sen daha geçen gün bunlarin AKP'li olduklarını
söylememiş miydin ?" diye sorarlar.
Ayşecik gülerek, "Evet doğru. Fakat bu gün onların gözleri açıldı"